ÇOBANLIKTA DEMİR ÇAĞI
Irak'ta yahut Çin de toplum Tarım ekonomisine girmiştir; Türk ili henüz Çobanlık ekonomisini aşamamıştır. Tanrılar da, onun için, Grek dünyasındakiler gibi Çoban kılıklarını saklarlar: "Ayzıt'ın halini ilahiler şu suretle tasvir ederler: "Başında kürkten bir kalpak, çıplak omuzlarında beyaz kürkten bir pösteki ayaklarında, baldırlarına kadar siyah çizmeler. Bu hal ile bir kayaya yaslanarak uyuduğunu, yahut ormanda dolaştığını görenin nasıl aklı başında gitmez?" (Keza, s. 56). Akdeniz'in Afrodit'i ile Ortaasya’nın Ayzıt'ı arasında, iklim değişikliklerine uygun bu kadarcık farklar olur.
Bütün o dış etlkilere rağmen, Türk toplumu içinde dış Medeniyetlerin çökertici ve aşağılatıcı sınıf zıtlıkları sokulamaz: "Çinliler çifçi bir millet oldukları halde, Türkler çoban bir ulus idiler. Çinlilerde cinsel bir iş bölümü olduğu halde, Türklerde, tersine her iş ancak erkekle kadının ortaklığı ile tamam olabilirdi.Türklerde kadın tabu değildi. İçeriden evlenme bunun belgesidir." (Keza; s. 57.) Ayrıca, yukarı Barbarlığın bile yalnız Demir gibi teknik elemanı Türk toplumuna girdi. Böyle demirden bir tekniğin erkek eline geçişi Babahanlığı müthiş güçlenirdi. Oğuz töresince kurulmuş az çok barışçıl ilkel sosyalizm düzenini büsbütün savaşçıl kıldı. O zaman sosyal yapı ile, üstkat ilişkilerinde, demire paralel yukarı Barbarlık değilse bile, İlhanlık dünya ve din düzeni doğdu.
İLHANLIK POLİTİKASI : Açıkça İL'lerin birbirlerini boyunduruklaması idi. "İlhanlık dini, bir İl'in öteki İl'leri ve Budunları cebren kendisine tabi etmesiyle başlar. Çünkü bu siyasi değişiklikten, toplumlar içinde: Hakim ve mahkum, hür ve esir olmak üzere iki eleman ürer. Hakim olan İL Ak'tır. Kişileri de Ak Kemikliler zümresini teşkil eder. Mahkum olan Budunlar kara'dır. Bunlara kara Ulus, Gün, oymak ta denilir: "İl'in ulusunu aldı gitti, il'e Gün e karşı, il oymak" gibi.
"Bir İl'in başka İl'lere hakimiyeti İlhanlıktır. Ilhanlıkta yalnız hakim olan İL'in kişileri SU'dur. Vatandaş haklarına sahiptir. İşte AK ve KARA kavramları bu teşkilattan sonradır ki, Türk teşkilatında uygulama yeri bulabildi." (Keza, s. 59-60).
İLHANLIK DİNİ: Yukarıdaki siyasi zorbalık ve hakimlik - mahkumluk fıili bir durumda olunca, neden ona uygun bir DİN gerekti? O durumu muhafaza etmek için. Bütün sosyologlar gibi, onları az çok aktarmaya çalışan Ziya Gökalp'te, toplumun gelişim basamaklarını gözönünde tutmadığı için, her olayı tersine yorumlar. Örneğin: "Çinliler kadına gayet az hukuk verdikleri halde, eski Türkler kadına tamamiyle erkeği eşit haklar kabul etmişlerdi. Eski Türk feminizminin esası bu noktada aranmalıdır." (Keza, s. 53) der. Sanki Türkler oturmuşlar, "feminist" bir ince eğilimle, ve sonradan, kadına hak vermişler. Oysa Türkler; bellki Türk olmadan önce, ANAHANLIK hukukunuyaşıyan İlkel Sosyalizmin Aşağı Barbarlık konağındaki "ALTIN ÇAĞ"larını yaşamışlardı. "Feminizm" Türklere sonradan gelmedi, "anadan doğma" bir düzendi.
DEVLET VAR MI?
Bunun gibi, ilkel Sosyalizmde uzaktan yakından DEVLET adı verilebilecek bir teşkilat yokken, gene Avrupalı üstadlarının ateşine yanan Z. Gökalp'imiz, daha İL teşkilatı sırasında, işaret ettiğimiz gibi: "Barış dinini kurmaya ve bunu gerektiren devlet teşkilatını vücuda getirmeye mepus" (Keza, s. 47) TANRI KUTU adlı Arapların "Peygamber", Greko – Romenlerin "Yarımtanrı" Kahraman saydıkları kişilerden konu açar. Oysa, nerede devlet varsa, orada İÇ ZOR, DEHŞET, SİVİL SAVAŞ vardır. İL sözcüğünün BARIŞ anlamına geldiğini belirten kimse, yarı Anahan, yarı Babahan uzlaşması olan İL KANKARDEŞLİĞİ teşkilatının doğduğunu bilmeli, ve KAN ÖRGÜTÜ'nün devlet örgütü ile taban tabana zıt bulunduğunu anlamalıdır. Devlet ancak KAN teşkilatının yok olduğu yerde sahneye çıkar.
Gerek İL dininin, gerekse İLHANLIK dininin ortaya çıkış nedenlerini ararken bu sosyal gerçek unutulamaz. Türk toplumunun ne İL teşkilatı, ne İLHANLIK teşkilatı DEVLET değildir. Bütün insanların eşitçe silahlı bulundukları ve katıldıkları KAN teşkilatıdır. Türk toplumunda, Devlet bulunmadığı için, henüz kimse, kimsenin üzerinde zorla egemen olamaz. Yenilen İL, ya bire dek yok edilir, yahut yenen İL içine katılır.Katıldığı zaman da, silahından tecrit edilmesi akla gelmez. Yalnız, Türk toplumunun her KAN'ı (Batın'ı), yenilince, bunu insanüstü bir alınyazısı sayardı. Yenen de, yenilen de daha önce allahlar: YERSULAR değil miydi? Tanrılar arasında geçmiş bir hesaplaşmadan, ne yenilen, ne yenen, ne kendisini, ne başkasını sorumlu saymazdı: "Her Batın'ın kendi Yersu'su, aşiretin Ogan'ında daha çok nüfuzlu idi. Bundan dolayıdır ki, Batın'lar arasıda Kan davası ve Gazve gibi badireler eksik olmazdı. Hatta, Batın'ları, özel allahları olan YERSU'lar gazveye, akına, muharebeye iterdi. Ogan, aşiretin sembolü olmakla beraber, bir Barış Allahı değildi.Ondan ötürü kavgalara engel olmak onun rolü değildi. Buna karşılık, her YERSU, yalnız kendi Batın'ının özel dayanışmasına değer verdiği için, onun üstün gelmesine çalışırdı." (Keza, s. 46).
Hani burada DEVLET? İlhanlik çağındaki Türk toplumu için de devlet yoktur. Devlet olmayınca, toplum insanlarının çoğunluğunu silahsızlandırıp, bir avuç azınlığı silahlandırmak ve karşı geleni sinderecek Hapishaneler bulundurmak, o zamanki Türk toplumunun bilmediği şeydi. Allahı ile birlikte yenilip, yenen Kan'ın içine katılmış Kan, onunla bir Federasyon kurardı. Anahanlık çağında, baskı ve zor Toplum içine sığmadığı için, yenen BOY "Sağ" Kol, yenilen BOY "Sol" Kol sayılmakla yetiniliyordu. İlhanlık çağında, Demir'i de ele geçiren Babahan, İL çağındaki yumuşak, kadın - erkek melez güdümünden çok daha baskı ve zor kullanma firsatını bulmuştu. Ama, SOY egemenliğini sürdürecek hiçbir siyasi teşkilatı yoktu. Devleti yoktu. Kan teşkilatı vardı. Kan kardeşleri arasında üstlük, astlık silah gücü ve hapishane zoru ile sağlanmazdı.
Tek yol kalıyordu: TANRICILIK, DİN.. İnsanları Toplum kurallarıyla SİLAHSIZLANDIRMA imkansız olunca, "Kafadan gayrımüsellah" yapmak halk deyimi ile: RUH ve DÜŞÜNCE, Mantık ve ahlak bakımından altlık - üstlük düzenine alıştırmak gerekiyordu. Din: manevi Devlet'ti. Türk toplumunda sosyal sınıf olsa hemen o açıdan kanunlar çıkarılır, Yunan kentlerinde ki Tiran oyunlarıyla, bir avuç silahlı adam, nüfus çoğunluğunu Köle durumuna getirir ve idare ederdi. Türk toplumunda ne Köle, ne Efendi yaşıyamazdı. Geriye, yenenlerin bir YERSU veya SOY üstünlüğünü tanımak ve sürdürmek.kalıyordu. Üstün geliş, Tanrıcıl bir olay değil miydi? Toplumda bir SOY'un üst sayılışı da, Allahın çizdiği alın yazısı olabilirdi. Herkesin Kan kardeşi sayıldıği bir Toplum düzeninde: Üstlük, astlık kimseyi sömürme aracı olmadığı, tersine, her an kopabilen savaşlarda bir disiplin ve teşkilat hiyerarşisi sağladığı için, SOY üstünlüğü, yenilmiş alt insanlarca bile, tabii ve yararlı bir kutsallık sayılabilirdi. Yersu'ları, Ongun'ları ile varlığın natürel ve sosyal dört bucağını canlar, allahlarla doldurmuş bulunan ilkel Türk toplumu kadar bu yönde gelişmeye elverişli toplum bulunamazdı.
Onun için İL dini gibi, İlhanlık dini de, neredeyse kimsecikleri tedirgin etmeden, yenilenlerle yenenleri birbirlerine katmaksızın kaynaştıran yaşama yasası oldu. Konu bu açıdan ele alınınca, olağanüstü açık bir gelişim gösterir.
"İlhanlıkta, bir İL AK - KEMİK tanılıyor. Ötekileri KARA - KEMİK sayılarak, bu İl'in uyduluğu altına giriyorlar... Hakim olan İl, velayet'i ammeyi haiz olmak üzere, kutsal olmak gerekir. Kutsal olmak için de, bir Totemin veya bir Allahın sülalesinden gelmesi şarttır.Allah, kadınlara ya bir nur sütunu yahut bir hayvan ve kimi de bir insan biçiminde tecelli eder. Kadın, Allah-çocuklar doğurur. Bunlardan türeyen bir İL, hakimiyeti velayet'i ammeyi haiz sayılır." (Keza, s. 75).
YERİN GÖĞE ÇIKIŞI
Toplumdaki yeni düzen çarçabuk, Homer'in, Heziod'un. Yunan Tarih öncesinde yaptıklarını tekrarlar.Ozan'lar, Kam'lar, Koyun'lar, Ongun (Totem)'ler, Alp (Kahraman)'lar,Yersu'lar, Çığı'lar, Çar (yabancı ruh)'lar, Süyek (Kemik)'ler, Yatır (Eşik)'ler, Tin (fizyolojik can)'lar, Eş (Tüm varlıktaki can)'lar, Sör (soluyan varlıktaki can)'lar, Atasağun(Beden helkimi: Otacı)'lar, Çör (sör: cin)'ler; Mana (kutsalık)'lar ne güne duruyor? Hepsi birbirine karışır. Tavuk - At - Tavşan - Öküz – İt (pars) - Domuz (sıçan) - Maymun - Yılan - Sıçan - Pars-Koyun - Timsah gibi çoğu hayvanı, Fusuk (çam) – Hoş - Ardıç gibi ağaç Totem'lerin bin yıllardan beri işlediği cinsel yasaklardan doğma duygu yücelişleri: AŞK ve ÜLKÜ aşırılığı, çarçabuk yerden göğe yükselirken; yeryüzünden yerin dibine de alçaltmalar: KİN ve LANET'ler belirir.
Şamanlık'ta: her yer ACUN (Orta dünya) ve herşey MANA (Kutsal) iken, İL Dini'nde: ACUM'a AŞAĞI GÖK deyip, KARA kişiler oturtuldu; AK kişiler (Babahan hukuklu Kan'lar) için ayrı bir YUKARI GÖK icat edildi. Kutsallık bakımından yeryüzü ile gökyüzü arasında pek açık fark konulamıyordu. İLHANLIK Dini'nde: Babahanlık şartsız kayıtsız egemen olduğu için, alt ettiklerini püskürteceği, medeniyetin "cehennem"ini hazırlayan, bir kapkara AŞAĞI GÖK icat etti: "aşağı sema, İlhanlık dini teşekkül ettikten sonra tasavvur edildi. Altay Türklerinde bunun katları 7, yahut 9'dur. Aşağı'daki Sema'nın da kendine mahsus güneşi vardır. Fakat, bunun rengi kapkara olup, siyah nurlar saçar:" (Keza, s.80).
İlhanlık çağında Türk toplumu henüz Göçebelik düzeyinde Kent çağına girmek üzereyken, ilişkili bulunduğu Medeniyetlerce geliştirilen DEMİR'e kavuşmuştu. Babahanlık, bu sayılı egemenlik silahını da kutsallaştırmakta ve törenlemekte gecikmedi. Şamanlıkta 4 mevsimde bir yıl ortası kurbanları için, İl dininde 24 boy'a kendi ayrıSökün'ünden yediren Şölen için törenler yapılırdı: "İlhanlık devrinde demir ayini vardı.Bunlar büyük ibadetler olup, ayrıca da her allah için kurbanlar kesilirdi." (Keza).
TÜRKLERDE KENTLEŞME
Hz. Muhammed, İslam dinini "Müvahhid" (tek tanrılı) saydığı İbrahim geleneğine bağladı. Kur'an'ın bu metodunu, İslam tarihçileri, Müslüman olarak Türk toplumlarına uyguladılar. Türkler için Arapların İbrahim'ini andıran bir "Müvahhid" icat etmek zorunda kaldılar. Onu, atalara tapan Türk toplumu geleneğine uyarak, Oğuz Han diye kişileştirilen, OĞUZ Kan'ında buldular. Öylesine ki, Oğuz Kan'ını İbrahim ile yaşıt yapmaya dek gittiler.
Oğuz adlı gerçek bir Kahramanın etiyle kemiğiyle yaşayıp yaşamaması önemli değildir. Oğuz varlığı, Uzak-Yakın Doğu medeniyetleri arasındaki alış – veriş yolları üzerine, (tıpkı Irak - Mısır medeniyetleri arasındaki İbrahim adına bağlı Semit Orta Barbarları gibi), yığılmış Göçebe toplumların sembolü idi. Yazı binlerce yıl önce keşfedilmiş olabilir. Ortaasya toplumları o düzeye, yazıyı kullanmaya varabilmek için, önlerinde aşılacak bir toplum basamağı ile karşılaştılar. O basamak, Akdeniz Greko - Romen toplumlarını Yukarı Barbarlık konağında içine girdikleri KENTLEŞME çağıdır.
Tarih öncesindeki kutsal toplum Ulularını, sınıflı Medeniyetlerin zorba kralları ile karıştıranlar, Türk toplumunu sosyal değişiklik sembollerin, kral sülalelerinin değişmesi biçiminde gösterirler. "Müslüman" sayılan Oğuz Han zamanında "Müvahhid"liğe (tek tanrılığa) benziyen şey, 24 Kan'ın birleşmesiydi. Oğuzlar, Müslüman olmak şöyle dursun, henüz Kentleşmemiş Göçebelerdi. Türk toplumu için kentleşme, İslam tarihçilerine de, Oğuz töresinde (Türklerin Türk adını alışlarından çok sonra başlamıştır. )
"Oğuz Han öldü. En büyük oğlu Gün Han, atası vasıyeti ile onun yerine geçti. Ve dahi atası itikadı üzere idi. Kuzey ve Doğu ülkelerini adi ile imaret edip, onun zamanı, Türkistan'da ve başka yerlerde nice şehirler yapıldı, ve bu ol kraldır ki, Türkistan'da saltanat törenini ve hışi tertibini tayin edip öteki kardeşlerinin orta yerinde Tamga koydu. Ta ki, hiçbir işte buna muhalefet itmiyenler." "Vakta ki Gün 70 yıl padişah oldu, ol dahi bekaa evine göçtü. Anın dahi en büyük oğlu Kay Han atası yerine geçti... Saltanat bunun elinde ve çocukları elinde karndan karna batndan batna kalup..." (Neşri Tarihi, s.14).
Oğuz adı gibi Gün adı da gerçek kişi değil, öteki Kan'ları İL ölçüsünde birleştirmiş, Anahanlığın egemenliğine erkeğin Babahanlığını da katmış birer Kan teşkilatına ve töresine semboldürler. Oğuz Kan'ından bir kuşak sonra, Türk toplumu Kentleşmeye başlar. Henüz ortada İslamlık bile yoktur.
Ancak İsa'nın doğumundan sonraki 7.ci yüzyılbaşlarında, 622 yılı Hz. Muhammed'e Tanrı elçiliği (Resalet: Peygamberlik) geldi. Bu elçilik: Yeryüzünün Yakındoğu ana medeniyetlerini boğan ve dünya ana ticaret yollarını leşleriyle tıkayan Fars ve Bizans İmparatorluklarını temizlemek için verilmiş bir kutsal görevdi. Bizans, sık sık Barbar aşıları aldığı için, arasıra dirilişe uğratılıyordu. Fars, hem Yakındoğu medeniyetinin ticaret şahdamarı üzerine oturmuş, hem yüzyıllardan beri Barbar aşısı yemediği için kankıran olmuştu.Önce Tarih sahnesinden Fars kaldırılacaktı. Çünkü yeryüzünün en büyük iki kadim medeniyet ocağı (Yakındoğu ve Uzakdoğu) arasındaki tıkanıklık açılmadıkça insanlık rahat nefes alamıyacaktı. İşte o zaman, birbirlerinden hiç haberleri yokken, güneydoğuda Hicaz Araplığı ile, kuzeydoğuda Ortaasya Türklüğü arasında, konuşulmadık bir işbirliği baş gösterdi. Tıkanan en büyük Orta Cihan Ticaret Yolu'nu güneybatı ucundan Araplar, kuzeydoğu ucundan Türkler zorlamaya giriştiler. Araplar da, Türkler de ansızın Batı dünyasının Tarihine giriyorlardı. Sosyal düzey bakımından Araplar önde: Yukarı Barbarlık konağına erişmiş, Medeniyete atlamak üzere idiler. Türkler, onlardan bir basamak geride: Göçebe Çobanlık konağında, henüz Kentleşmeye geçmek üzere idiler. Bu sosyal ve tarihcil ve coğrafyacıl nedenlerle: Orijinal İslam medeniyetini kurmak Araplara, bu kuruluşu bilmeden de olsa savunmak Türklere düşüyordu.
O zaman, Oğuz Han, Gün Han gibi efsane kişilikleri yerine, ilk gerçek Türk kişilerinin adları belirdi. Bunu İslam tarihçileri yazdılar: "Sonraki zamanlar Meysereden Oğuz oğlu Salur nesline (saltanat?) geçip, bunlarınla Fars krallarının Kisraları arasında Muhammed peygamber günlerinde, cahiliyette çok savaşlar oldu." (Neşri, Keza). İlk Tarihcil Türk toplumu – Arap toplumu buluşması böyle oldu.
En büyük Cihan ticaret Kervanlarının güneybatıdaki UMMAN YOLUNDAN Araplar, kuzeydoğudaki İPEK yolundan Türkler davrandılar. Türkler, İbrahim zamanındaki Göçebe Semitlerin sosyal düzeyinde idiler. Araplar, kendilerinden önce Greklerin, Romalıların ulaştıkları bezirgan Kentlerdeki düzeyde idiler. Türkler, aşiret göçleriyle, Toplum olarak, İbrahim Sıptları gibi, iki Uzak-Yakın Doğu medeniyetleri arasında gelişigüzel trampa yapıcı idiler. Araplar, Finikeliler, Grekler, Romalılar gibi, düzenli, sürekli ve bilinçli yarı korsan, yarı gazveci büyük ticaret alışverişi yapıyorlardı.
Irak ve Suriye sınırları üstünde, Gassan ve Hıyre adlı serhat Arap devletçikleri kurulmuştu. Bu Arap devletçikleri, Bizans - Fars büyük medeniyetleri arasındaki kısır savaşlarda paytak rolünü oynayıp, tabanı hazırlamışlardı, Yeryüzünde en işlek ticaret yollarının şahdamarı IRAK - SURİYE içinde atar. Bu iki gelenekçi dörtyol ağzı Arapların elindedir. İslamlık, işlek ticaret antreposu ve kervansarayı olan Mekke – Medine gibi hicaz kentlerinden kalkışıp yürüyünce, Suriye ile Irak yolları kendiliğindenmişçe önlerinde açılacaktır.
Özellikle Fars medeniyeti, İslam yumruğu ile, bir vuruşta iskambil kağıdından şatolar gibi yıkılıverdi. Bu yıkılış tesadüf değildir. "Mucize" iki yanlı vuruşla başarılmıştır. İslam Araplığı, Yakındoğu medeniyetlerinin geliştirdiği evrencilik ülküsünü bayraklaştıran yukarı Barbarlık savaşçılığını yaman dinamizmi ile atılırken, Ortaasya’da Göçebelikten Kentleşmeye doğru gelişen taptaze Türk gücünü, kendiliğinden, pek düşünmeden, fakat sezerek kendisiyle ortak bulmuştur. Muhammed'in doğduğu gün İslam efsanesinin saydığı olağanüstü olaylar (göllerin kuruması, ırmakların yatak değiştirmesi, ve ilh.), o sezginin zamane alametleriydi. Güneybatıdan Arap-İslam, kuzey doğudan Türk-Şaman akınlarıyla iki ateş arasına düşen Fars imparatorluğu, yıldırım savaşları ortasında yıkılmayıp ta ne yapacaktı?
TÜRK - MÜSLÜMAN SİLAH ARKADAŞLIĞI - DÜŞMANLIĞI
Arap - İslamlığı ile Türk - Şamanlığı, savaş alanında, danışıkli imişçe ve andlaşmışça birbirlerine omuz verdiler. Peygamber Muhammed'in Türkler üzerine iyi şeyler söyleyen Hadis'leri anlamlıdır. Arada, sözleşilmemiş bir Arap Türk ittifakı vardı. Ortak düşman Fars imparatorluğu yıkılır yıkılmaz, Arap dini ile Türk dini birbirlerine dost ve müttefik ellerini uzatmış durumda idiler. İki taraf ta, insanlığın, temiz, güçlü İlkel Sosyalist gelenek ve göreneklerini yaşıyorlardı. Çökmüş Medeniyet maddesini çapul etme pratiği, karşılıklı ülkücülüklerini kaynaştıracak mıydı?
İlk silah arkadaşlığının balayı çabuk geçti. Araplarla Türkler arasında talan edilen Acem İmparatorluğu yıkılınca, işler değişti.
İslamlığın ilk ülkücü çağı olan Hülefa’i Raşidin zamanı, Halife Osman kumandanı Said İbni-I'As'a para ile barış yaptırttı. Bu, Arap - Türk silah arkadaşlığına karşı gösterilmiş son saygı oldu.
Bezirgan saltanatını bütün kalleşliği ve korkunçluğu ile hortlatan Emeviye hükümdarlığı ile birlikte işler tersine döndü. Arap İslamlığı, Acem saltanatını Ortaasya'dan geçen İpek Yolu'nu açmak için yenmişti. Şimdi ise bu yolun üstünde Türkler duruyordu. Araplar, Türklere karşı hemen Acemlerle elele verdiler. Halife Yezid zamanı, Cürcan ülkesi savaş alanı oldu. Karşı taraf, üzerlerine gelmiş bulunan "Yezid'in askerinden bulduklarını katlettiler." (Ravzatül Ahbar, s. 301). Buna karşılık, Yezid tarafı, kale kapıcılarını parayla satın almanın yolunu buldu. O sayede esirler, mallar, kumaşlar "Acem başkanlarının ve Arap kumandanlarının ellerine geçti." "Beş fersah mesafeye dek darağaçları diktiler... Esirleri bir değirmenin harkı kenarına götürüp, koyun gibi boğazladılar. Akan kanla değirmen döndü ve ol değirmenin unundan ekmek pişirip Yezid'e yedirdiler." (Keza, s. 303).
Yıl 680'den sonralarıydı. İslamlığın kuruluşu üzerinden yüz yıl geçmemişti. İslam Arap - Acemler kan cümbüşü ile Türk avına çıkmışlardı. Henüz Cengiz ve Timur'ların karşı taarruzlarından uzaktı. Fakat, İslamlık saltanata düştükçe, kendi mezar – kazıcılarını Türkler arasından çağırmamazlık edemiyecekti.
Hişam bin Abdül - Melik zamanında: "Cerrah İbni Abdullah, Hazer vilayetine varıp, çok kimseleri kati ve gaaret ve esir idüp Azerbaycan'a giri döndükçe, Gor hükümdarı Hakan'a ve Türk sınıflarına haber gönderip... yardım istedi. Hakan ve öteki Türkler 100 binden ziyade toplandı... Hakan'ın oğlu bile (birlik) idi...Müslümanlar yenilgiye uğradılar. Türk askeri Azerbaycan'a geldiler." (Keza, s. 333).
Müslümanlıkla Türkler arasında o kanlı med ve cezirler Cengiz ve Timur çağına dek sürecektir. Ve Arapça tarihler Türkleri Cengiz çağında bile "soysuz" olmakla suçlayacak ve şöyle tasvir edeceklerdir: "Türk adını alan Ye'cüc Mecüc'ün artıklarıdırlar. Yabani hayvan gibi kolay yaşarlar. Topunun da ne hakimleri, ne dinleri, ne itikatları vardır. Puta, güneşe, yıldızlara taparlar: Haram'ı, helal'i bilmezler." (E'bi-I Abbas Ahmed: "Ahbar-üd Düvel ve Asarüd Düvel fit Tarih", s.284).
TÜRKLER NE ZAMAN, NASIL MÜSLÜMAN OLDULAR?
İslam medeniyeti, Emevi yıkılışını geçirdikten sonra, Eba Müslim gibi yaman bir Türk ihtilalcisinin kurduğu Abbasiler çağına girmişti. Ancak o zaman İslamlık Türkler içine işleme yollarını buldu. Bu gerçeği, Türklere karşı hiç saygı beslemiyen İslam tarihçileri açıklarlar:
"Ve fil-cümle zaman geçtikten sonra, Abbasiye devletinde Türk neslinden Salur bin Tak (Dağ oğlu salur) Han'dan bir kişi kral oldu ki ona Çanak Han derlerdi ve Kara Han lakabı alır. Türk Hanlarından ilk İslama gelen, mümin olan oldular. Ve Hicret'in 300'ünde (Milad: 9-l0uncu yüzyıl) Türklerden 2000 kişi, hargahı ile İslama girüb mümin ve müttaki oldular. Ondan ötürü buna Terk - İman denildi. Lafzında hafifletilip Türkman dediler. Türkmanın adı ol vakitten beru konuldu. Ve sonra, çünkü Çanak Han öldü, yerine Musa Han geçti... Etraftan işittiği ülemayı ve fukarayı (bilginleri ve dervişleri) toplayıp, Mescid ve medrese (okul) ve Zaviyeler (tekkeler) yapıp, en sonra ölünce, amcası Buğra Han Harun bin Süleyman yerine kral oldu. Kaşgar ve Balasağun'a, ta Hıtay ve Çin sınırına varınca malik idi. Hicret 389 (999 Kasım 12 - Ekim 14) Samaniyan devleti çökünce, Buhara'yı ele geçirdi. Ol dahi ölünce, andan sonra Ahmed Han bin Ebu Nasr bin Ali tahte geçti. Türklerin kafir erine ulu savaşlar açardı. Ve bunun zamanında Türklerden çok taife imana geldi. Dindar ve fazıl ve ilim ve dinsever idi." (Neşri Tarihi C. I, s.16).
Bu, Arap ve Acemlerin Tükleri değil, Türklerin Türkleri Müslüman etmesiydi. İnançta zor sökmemişti. Nasıl Avrupa'da Hristiyan Havarileri ve Ayos'ları Cermen ve ilh. barbarlarının önce elebaşlarını (din ve idare şeflerini) kazanıp, çökmüş Roma medeniyeti tertibinde birer "Kral" uydurmaya başladılarsa, tıpkı öyle, İslam Aziz'leri, Derviş'leri, Bilginileri "Kafir" Türklerin ulularından, Han'larından işe başladılar. Avrupa tarihi ile Asya tarihi paraleldi. Cermenlerin Hristiyan oluşları ile Türklerin Müslüman oluşları aynı determinizme uyuyordu. Aradaki tek fark, İslamlığın Hristiyanlıktan 622 yıl sonra başlamasında toplanıyordu. Türkler, Cermenlerden 900 yıl sonra, evrencil sistem durumuna girmiş bir tek Tek tanrılı dine giriyorlardı.
Bu farkın olumlu ve olumsuz sonuçlarını, modern tarihte aramak ilginçtir.
TÜRK TOPLUMUNUN İSLAM DİNİNE TEPKİ VE KATKILARI
Hicret'in 300'üzüncü, Milad'ın 1000'inci yılları: İslamlık, biri Emeviler, ötekisi Abbasiler olmak üzere, iki Saltanat batıp çıkmasını geçirmişti. Yani, Müslüman Arap-Acem toplumu: Sınıf çekişmeli Antika Medeniyetin artık kör dövüşü çağlarından birini yaşıyordu.
İlkel Sosyalist toplumun çocukları olan Türkler ve Moğollar, inandıklarından zorla dönecek insanlar değillerdi. Üstelik, karşılarındaki Medeniyeti yenmek üzereydiler. Ona esir düştükleri zaman bile, efendilerinin her emrine ve dinine hemen boyun eğecek, satın-alınıverir, hatır için inanıverir köle olmadılar. Salur oğlu Musa Hanın uzun propagandaları, Buğra Hanın Çin sınırından Buhara’ya dek fütuhatı bile Türk toplumunu eski inançlarından koparamadı. Ancak Salur'dan dört kuşak sonra, adını Arapça’ya çeviren Ahmet Han, kılıcını ikna yoluyla atbaşı birlik yürütünce, "Türklerin kafirlerini" çokça Müslüman etti. O da kendisi Türk olduğu için.
Türk toplumu, dışarıdan kendisine doğru sızdırılan tek yanlı din etkilerine pasifçe katlanmadı. Şamanizminden kalma yığınla gelenek ve göreneklerini İslamlığa aktardı. Türklerin dinlerinde yüzde kaç Müslümanlığın; yüzde kaç Şamanizmin yaşadığı araştırılacak şeydir.
Türkler Atalara tapıyorlardı. Atalara tapıncın en büyük sembolü Oğuz Han efsanesi oldu. İslam düşünücüleri, hemen Oğuz Han'ı daha anasından doğduğu gün konuşturup "Müvahhid" yaptılar: Tektanrılı dine inanmış gösterdiler. Türk'ü başka türlü Müslüman yapamıyacaklardı.
Daha Emevi yıkılışlarından beri, Horasan'dan Anadolu'ya dek sarsıntılı İslam dünyası Tarikatlarla doldu. Eba Müslüm'den Hasan Sabbah'a, Mansur'dan Şeyh Bedrettin'e dek, düşünce ve davranış kaynaşmaları Türk toplumunun gelenek ve göreneklerinden kaynak aldı. Çürüdüğü zaman Selçuk saltanatını yıkan Bahai'ler, Anadolu'da berbat derebeği dağınıklığı herkesi kasıp kavururken "Birlik" ülküsünü çağıran Aşık Beşe'ler, Osmanlı imparatorluğunu kuran Köy üretmenleri örgütü Bektaşiler, Şehir üretmenlerinin örgütü Ahiler... Mevleviler, Rüfailer, Yunus Emreler, Süleyman Çelebi'ler... Hep, İslam dininde Türk toplumunun inanç gücüyle Rönesanslar yapmış davranışlar, düşüncelerdir.
Bugün, Anadolu halkımız içinde yaşıyan nice gelenekler ve göreneklerin asıllarını eski Türk-Moğol inançlarında buluyoruz. Cengiz zamanı (13'üncü yüzyıl sonları), Türklerin taşları can ve tanrı saydıkları günden kalma "Yağmur taşı" vardı. Onunla "istenildiği zaman yağmur yağdırılırdı." (İran Moğolları, s.1917.) Anadolu'da hala insanlarımız, sembolik küçük taşlarla yağmur duasına Müslüman olarak çıkarlar.
Cengiz Moğollarında: "güneş ve ay tutulunca Trampet çalmak" adetti. (İran Moğolları, s. 193): Anadolumuzda tutulan ayı veya güneşi kurtarmak için silah patlatmak, Müslümanca işlerden sayılır... Romatizmayı tezekle iyileştirme, cin çarpmasına karşı çeşitli tedbirler, ölünün.kırkını kutlama ("Boğtak ölünce karıları 4 hafta yas tuttu") (Keza, s.194), ve ilh., gibi bin bir "Müslüman" gelenek ve görenekleri, Türk-Moğolların önce İran'a oradan öteki Müslüman dünyasına taşıdıkları tarih öncesi kalıntılarıdır. (Sümerlere bakıla.)
Türkçede en geniş din propaganda kitapları: Ahmediye'ler, Muhammediye'ler okunsun. Anlatılanlar İslam dini üzerinedir: Orada ruhların allahın ve melaikelerinin ilişkileri, Şamanizm inanç ve tasvirleriyle dopdoludur.
Anadolu’yu kaplamış silindir üzerine konik oturtulmuş künbetler, Kırşehir'in, Sivas'ın, Kayseri'nin Selçuk medrese, cami, yapıları göz önüne getirilsin. Hepsi İslam dininin ilhamıyla yapılmışlardır. Hindistan'a dek uzanan o mimarlık anıtlarında ortak motif Türkmen çadırı'nın, Han otağı'nın renk renk taşla işlenmiş biçimleridir. Göçebenin çadırı müslümanlikta taş olmuş, ama kazıklarla gerilişi bile olduğu gibi kalmıştır.
DİNİN TÜRK TOPLUMUNA ETKİLERİ
Semitler, Yakındoğu'nun iki büyük IRAK-MISIR medeniyetleri arasında mekik dokurken etkilenmiş göçebeleri olarak, en saf TEKTANRILI din portörlüğü yaptılar. Semit gelenek ve göreneklerinin Yahudi Tevrat ve İncil'inden Arap Kur'an'ına dek gelişimi, o etkilenişin ölmez sembolleridir... Türk-Mogollar Din konusunda Semitlerin tıpkısı oldular. Birbirine Mısır'la Irak kadar yakın olmıyan iki büyük orijinal Medeniyet alanı var: Yakındoğu medeniyetleri ile Uzakdoğu medeniyetleri.. Türk-Moğol toplumları, bu iki medeniyet harmanı arasında, İpek Yolu üzerinde mekik dokudular. O muazzam ilişki ve değiş-tokuş aracılığı, "Çok uzun zamandan beri, Türk tefekkürünün kuvvetli tesiri altında kalmış olan Moğol, dini" (Keza, a.187) biçiminde sonuçlar yarattı. Onun için, "Moğollar, bir tek tanrıya inanırlardı." (Keza, s:188) "Yeryüzü hakimiyetinin kendilerine tanrı tarafından bağışlanmış olduğu fikrinde idiler." (Keza, s.187).
Rus yazarlarının aktardıkları eski bir Türk duası aynen şöyle der:
"Sümer Ulan Taykam
"Süt kölüm Sümer Taykam" (A.V. Anohin: "Material po vb." den, ÜLKÜ, 8 Mart 1940)
Burada "Süt Kölü": süt gölü, "Tayka": buzul, cümudiye anlamını taşır. "Sümer" nedir? Irak'ta ilk Medeniyeti Kuran Sümer'lerle ilgili midir? Bilinmiyor. Ancak gene aynı araştırmanın, İlhanlık dini düzeyine uygun açıklamalarında bir olay daha göze çarpıyor. Kara tös'e karşı çıkan Aruu Tös'ün adı Ülgen'dir. (Latin'lerin Vülken'ini andıran bir ad.) Ülgen, Akdeniz Greko-Romen medeniyetinin baba Zeüs tanrısı gibi, parlak ışıklı yıldırımlı bir Babahandır.
Bütün bu ve benzeri elemanlar, Türklerin inançlar alanında, Uzakdoğu ve Yakındoğu ötesi Akdeniz medeniyetlerine dek toplumlarla ilgilenmiş bulunabildiği hatırlatır. O geniş evrencil ilişlkilerin Türklerle Moğolları tek tanrılı din inançlarına doğru yaklaştırması yadırganamaz. Altay Türklerinde İslamlıktan önceye ait olduğu anlatılışından belli olan bir Tufan efsanesi bile yaşıyor:
"Yayık (Tufan) olacağını ilkin "Temrü müüstü kök teke" (Demir boynuzlu gök teke) bildi. 7 gün dünyayı dolaştı. Bağırdı. 7 gün deprem oldu. 7 gün dağlar ateş püskürdü. 7 gün yağmur yağdı. 7 gün fırtına oldu, ve dolu yağdı. 7 gün kar yağdı. 7 aziz kardeş (büyüğü Erlik, tanrıcıl, nomçe: kitap, ehli Ülgen) gemi yaptılar. Her cins hayvandan birer çift aldılar. (Gemi Yal Möngkü adlı büyük dağda, yahut Kosagaç'a yakın Iyık dağında hala durur!) Tufan bitti. Ülgen gemiden bir horoz saldı. O soğuktan öldü. Kaz saldı: o gelmedi. Kuskun (karga) salındı: leşe daldı. 7 kardeş gemiden çıktılar... Ülgen, Nom'dan aldığı güçle, insan yaratmaya girişti. Altın fincan içine kök çiçek koydu. Kardeşi Erlik, bu çiçeğin bir parçasını çalıp gene bir insan yarattı. Ve ilh." (A.V. Anohin, Keza)
Görüyoruz. Türk toplumu, sünger gibi herşeyi emicidir. Akdeniz ötesinden Altay dağlarına dek yayılmış Sümer medeniyetine özgü Tufan efsanesini, İslamlıktan önce, kendi çevresine göre benimsemiştir. İslam medeniyeti ile karşılaşınca, ondan da etkilenmemezlik edemezdi.
"Cengiz Han'ın 1289'da İslamlığı kabulüne ve o zamana dek atalarının telakkilerine bağlı kalmış olan son Moğolların’da Şamanillikten yüz çevirdikleri an"(İran Moğolları, s.187) olmuştur. O anda bile, Türk ve Moğollar, birbirleri ile "KANKARDEŞİ" olmak için, birbirilerinin kanını törenle içerlerdi. "Cengiz Han zamanında bu adet gittikçe kayıp olmakta idi." (Keza, s. 189). Türk ve Moğollar "Şef mezarlarını gizli tutmaya çabalarlardı" (Keza, s. 195) "Müslümanlığı kabul ettikten sonra. Gazan, kendisine Tebriz'de muhteşem bir türbe yaptırmıştır. 1304 yılı buraya gömülmüştür." "Gazan, Müslüman Kadıları Danişmend vs.yi vergiden muaf etti. Muzaffer olmak güç olmadı. " (Keza; s. 264).
Moğollarda, bütün ilkel Toplumlarda olduğu gibi, ad Kan örgütünün sembolü olduğundan, "Adlanmalara dini bir mahiyet verilmekte idi." O kadar ki, "Tanınmış kişi ölürse, onun adını taşıyanların adları değiştirilirdi." (Keza, s. 216). Öyle iken; Müslüman olur olmaz bundan caydılar: "İslamlık ise, bu dine girenlerin mutlaka bir İslam adını takmasını istiyordu." (Keza, s. 218) Ve bu istek, en güçlü şeflere kabul ettirildi. Teküdar: Ahmet oldu. Olcaytü: Mehmed oldu. Gazan: Mahmud oldu, Arpa: Meozüddin oldu.
DIŞ DİN ETKİSİ : ÇEVRE MEDENİYET ETKİSİDİR.
Batı'da yılalmış Roma İmparatorluğu'nun "RUH'u HABİS"i gibi evrene yayılan HİRİSTİYANLIK dini idi. Hiristiyanlıkla Cermen Barbarları arasındaki ilişki ne idiyse, İslam saltanatlarının aşındırıp çürütmeye uğraştığı İSLAM dini ile Göçebe Türk toplumları arasındaki ilişki, hemen hemen o oldu. Bu ilişkiler ortamında, girişkenlik (teşebbüs), aksiyon, inisiyatif Türk toplumuna düştü. Hristiyanlığa doğru göçerken, bedeni çürüyüp, ruhu askıda kalan Roma medeniyeti gibi, Müslüman dini de, yaşlanmış, çökkün bir Ruh halinde kalmıştı. Çünkü Arap-Acem toplumları, kendi iç çekişmeleri yüzünden Tarihcil anlamıyla yıpranmışlardı.
Dalga dalga gelen genç akıncı Türk toplumu önünde, İslam Arap ve, Acemler yorgun, yılgın, yenilgindiler. Ancak tarım üretimi gibi, yüksek verimliliği kimse için bilinmez kalamıyan bir Medeniyet üstünlükleri vardı. Bu durumdan güç alarak, altta güreşen pehlivan oldular. Ayrıca, Tektanrılı dinler arasında, bir Toplum dinamizmine dayanan, en sade ve en yalın katkısı İslamlıktı. İslamlığın kendi akıncılık çağı: Hülefa'i Raşidin çağı vardı. Özellikle o çağdan kalma genel Müslümanlık prensipleri, Kent çağına yönelmiş Türk toplumunu etkiledi.
Daha doğrusu, bir dinin Türk toplumunu etkileyebilmesi için, Türk toplumunun karşısına çıkan dini yaratmış bulunan Topluma az çok benzemek üzere değişmesi gerekti. Bunu, Tsin dini ile Şamanizmin karşılıklı etki-tepkilerinde gördük. İslamlıktan önce Türk toplumuna kesin etki yaptığı azılaşılan din, Çin toplumundaki Tsin dini oldu. Türk toplumu ile Çin toplumu karşılaşınca, bunlardan hangisi, ötekisine daha çok etki yaptı, kestirmek hayli güçtü.
İlk bilinen Türk Kadın hukukuna dayanıyordu. ANAHANLIK sistemini kutsallaştıran bu dine Şamanlık denildi. Oğuz Han efsanesine bağlanan İL dini, Şamanizm biçimini kılıf gibi kullanarak, Anahanlıkla Babahanlığı uzlaştırdı. Ancak İLHANLIK çağında Babahanlık iyice güçlenince, Çinlilerin TSİN dini Türklerin eski kadıncıl Şamanizmini etkileyebildi. Şamanlıkla Tsin dini arasındaki fark, Türk toplumu Anahanlıktan Babahanlığa geçtiği ölçüde silinmeye başladı.
Toplum içindeki varlık ve güç farkları, insanlar arasında zıtlaşmalar ve sosyal kutuplaşmalar biçimini alınca, o duruma uygun olarak Tsin dini de inananları İYİ - KÖTÜ diye ikiye ayırdı. Türk toplumunda ilk Şamanizm çağının EŞİT kankardeşliği, ancak İlhanlık dini belirdiği sıralarda, sosyal zıtlıklara ve kutuplaşmalara doğru parçalandı. O parçalanıp bölünüşe tıpatıp uygun düşmek üzere, İlhanlık dininin inançları su yüzüne çıktı. :AYDINLIK - YUKARI bilinen göke karşı ve zıt olan, güneşi bile kapkara bir renge boyayan bir AŞAĞI gök ortaya çıktı...
Tek sözle, Çin medeniyetinin Türk toplumuna doğru gelen etkileri, Türk toplumunun kendi yapısında, sosyal ilişkilerinde Anahanlık yerine, Babahanlık ilişkilerini {basit çömlekçilik ve çapa ile kadının işlediği gelgeç ekincilik ekonomisi yerine, Çobanlık ve sürü ekonomisini) kesinlikle geçirmedikçe, Tsin dininde görülen zıtlıklar, Türk dininde doğmadı.
Arap-İslam toplumu ile Türk-Şaman toplumunun karşılaşması başka türlü olmadı. İslamlık, yukarı Barbarlık konağına erişmiş Arap kentlerindeki insanlığın Medeniyete geçiş akını idi. Başka deyimle, İslamlık, Arap toplumunu, birden bire gelişen (tarihcil kaçınılmazlıkla evren ticaretinin ansızın Hicaz'a yönelmesi üzerine gelişen) ticaret Mekanizmasına kapılarak, Yukarı Barbarlık konağından sınıflı toplum biçimine atlatmıştı.
Türk toplumu ise, tam İslamlıkla karşılaştığı sıralar, henüz Çobanlık göçebeliğinden tarım ekonomisine iyice geçememişti. İslamlığın Türk toplumunu etkileyebilmesi için, Türk toplumunun; kendi: Sınıfsız, sosyal sınıf adını almaya elverişli sınıf ayrılıkları bulunmayan Babahanlık düzeninden, sosyal sınıflı Medeniyet düzenine sıçraması gerekti. Türklerin Müslümanlaşmaları için, Müslüman toplum düzenine karşı bir alıcılık (radyo deyiminde: reseptivite) kazanması gerekti. Bu reseptivite, alganlık: Türk toplumunun, Göçebelik şöyle dursun, Kent çağından yukarıya doğru hızla yükselip sosyal sınıflı Medeniyet çağına girmesi demekti.
Demek, "Türk taplumu üzerine dinin etkisi": Son duruşmada, Türk toplumuna çevre Medeniyetlerin yaptıkları etki ile ölçülebilir. Türk Şamanizmine Tsin dininin etkisi, Uzakdoğu Medeniyetinin, etkisi olmuştu. Türk toplumuna İslam dininin etkisi, Yakındoğu Medeniyetleri basamağına erişkin Arap-Acem medeniyetlerinin etkisi olacaktı: Bu sonuncu etkiyi göze çarptırabilmek için, İslam dini yolundan Türk toplumu üzerine yapılmış bir SOSYAL, bir de EKONOMİK alanda etki örneği vermek yeterli olabilir.
İSLAMLIĞIN TÜRK TOPLUMUNDA KANBAĞLARINI ÇÖZÜŞÜ
İslam, daha doğarken, Tarihöncesi Arap toplumunun Kan bağlarını temizledi. Hazret'i Muhammed'in Medine kentine göçmesi bu çığırı açtı. O zamana dek Arabistan'da, belki birkaç Yahudi dışında, herkes "Kankardeşi" idi. Yani insanlar, kendi kabile ve Kan örgütlerinin içinde olanlarla kanı, canı pahasına kardeşti. Kendi kanından olmayanı kardeş sayabilmek için, Türklerde görüldüğü gibi, birbirinin kanını törenle içmek gerekirdi.
Yesrep kentine (Medine'ye) göçülünce, iki tip Müslüman ortaya çıktı: "Muharcirin" adlı Mekke kentinden göçmüş Müslümanlar, "Ensar": Muhacirlere yardım eden Yesrepliler. Bunlar ayrı ayrı Kentlerden, ayrı kabileden, ayrı Kan'dan gelme insanlar oldukları halde, aralarına kimi Habeş Acem gibi ta uzak ülkelerden gelmiş Yahudi ve "Müşrik" gibi yabancı inançlardan yeni çıkmış kimseleri de alarak, hep birden "MÜSLÜMAN KARDEŞLİĞİ" kurdular."İnnemel müslimune ihve" (Hiç kuşku götürmez ki müslümanlar kardeştirler) diyorlardı.
O zaman insanlığı için bu anlayış ve davranış İhtilallerin en korkuncu ve büyüğü idi. Nitekim, artık lafın para etmediğini görüp, kılıçlı davranışa giren müslümanlığın ilk büyüklüğü anlamında kalmış birkaç yüzkişilik Bedr gazvesi, Araplar için, o zamana dek görülmüş, işitilmiş olmayan bir sahne idi: Babalarla oğullar kılıç kılıca gelmişlerdi. Genç Müslümanlar, yaşlı atalarını dize getirmişlerdi.
Onun için, Lammens, haklı olarak şunu yazar: "İhtimal ki vatandaşları arasında Muhammed ilkin Din kardeşliğini Kan bağlarından başka bağlar üzerine kurmak iddiasını gösterdi." (H. Masse, L'ıslam'dan)... Burjuva "bilim iffeti" hep böyle kuşkulu konuşur. Ortada "ihtimal" veya "iddia'‘yok. Savaşçıl davranış ve kutsal düşünce açıklığı vardır. İslamlık, kan bağlarının kılıçla kesilip atılışıdır.
İslam dininin Türk toplumuna etkisi daha başka türlü olmadı: Müslümanlık, Türk toplumunda, o zamana dek yaşayan sınıfsız toplum davranış ve düşüncelerini, sosyal sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine doğru değiştirdi. İlkel Sosyalizm çağı olarak sosyal sınıfları bulunmayan Türk toplumunun yazılmamış kuralları: KANKARDEŞLİĞİ ANAYASASI idi. İslamlıkla birlikte, o yazılmamış Türk Töresi'nin yerine, sosyal sınıf münasebetlerini haklı çıkarıp düzenleyen yazılı Doğma'lar, Nas'lar geçti. Arap toplumu için de İslamlık: Arapların CAHİLİYET dedikleri yazısız Kankardeşliği düzenleri yerine, Bezirgan ilişkilerinin en temiz ve en yüceltimli ruhunu geçiren yazılı Kur'an hükümleri olduydu.
Bu olayı Tarihte gelişigüzel serpilmiş yığınla ilişkiler ispatlar. Örneğin Neşri Tarihi'ne bakalım. İlk Müslüman Çanak Han'dır. Onun oğlu sayılan Musa Han ölünce, iktidara oğlu değil, amcası sayılan Buğra Han geçer. Buğra Sahiden Musa'nın amcası ise, Çanak Han'ın kardeşi olmalıdır. Oysa, Buğra Han, "Harun" adını alır (Müslüman olur) ve babası Süleyman (gene Müslüman) sayılır. Bu Süleyman, Çanak Han'ın da babası olsa, ilk Müslüman o olmalıydı: Çanak Han ilk Müslümandır.
Bu durum, açıkça gösteriyor ki, Müslüman olunduktan sonra bile, henüz babadan oğula miras kalan bir egemenlik kurulamamıştır. Nitekim, Buğra'dan sonra gelen Ahmed Han da Çanak Han kadar sülalesiz zıpçıktıdır. Ahmed’in babası Ali oğlu Ebun-Nasr olarak anılır. Ahmed'le kendinden önceki şefler arasında irsi sülale bağı yoktur. Belirli şartlar altında, Tarihöncesi "Askeri demokrasi"lerindeki usullerle iktidara gelmiş kişiler vardır.
"Müvahhid" sayılan Oğuz'un çağına gidilince, Kan örgütünden başka hiç bir şeyle karşılanılmaz. Oğuz örgütü açıkça: 24 Kan (Han) örgütünü içine almış, üçü Sağcıl(Meymene: Babahan), üçü solcıl (Meysere: Anahan), ama hepsi eşit 6 kabilenin Konfederasyonudur. Oğuz'un gerçek oğlu imiş gibi gösterilen Gün Han, 4 Kan'lı bir kabilenin sembolüdür. Kayı Han: Gene gerçek kişi olmaktan ziyade, Gün kabilesi içindeki 4 Kan'dan birincisinin sembolüdür.
Zamanla, Kayı Kan'ı ile birlikte Oğuz Konfederasyonunun Sağ kolu (Meymene) iktidardan düşer. Sahneye, Oğuz Konfederasyonunun Sol kanadından (Meysere'den) Tak (Dağ) ortak sembollü kabilenin Salur Kan'ı çıkar. Böylece egemenlik, İslam tarihçilerinin yakıştırma deyimlerine göre kişi Han'ların değil, Kan olarak ayrı ayrı semboller taşıyan Toplum örgütlerinin elindedir. Onun ìçin, Salur Kan'ından sonra: "Bir kişi dahi kral olduk ki, ona Çanak Han derler" deniliyor. Bu Çanak Han, ilk Müslüman olduğu halde, hala Müslüman (Arapça) ad taşımaz,. kendisine "Kara Han" lakabını yakıştırır.
Medeniyet tarihçisi için bu durum içinden çıkılmaz bir karışıklık sayılsa da, tarih öncesi bilimi için realite şudur: Medeniyet krallarının mutlaklaşmış olan Şecere ve Hanedan imtiyazı, ilk Türklerde bulunmamaktadır; sonraki Medeniyet tarihçileri ise, anlaşılır olmak için, ilkel sosyalist şeflere birer Sülale yakıştırmak zorunda kalmışlardır. Bu "karışıklık" (Hanedansızlık) Selçuklulara dek sürüp gider.
Selçukluların Tarih sahnesine çıkışları, ana çizileriyle, Avrupa'da Cermen "Kral"larının türeyişlerini andırır. Din adamlarının "Hidayet"e eriştirdiği savaşçı Barbar "Askeri Demokrasi" şefı, yavaş yavaş kutsal Kral, sultan olur. Selçuk'un kökü: Oğuz konfederasyonunun Sol kanadındaki 3'üncü Dingiz Kabilesinin KINIK Kan'ına bağlıdır. Bu Kan:
"Yedinci iklimin kuzey kafir Türklerinden imana gelüp, reey ve tedbir sahibi ,secaatli ve dilir olurlar. Ol taifeden ilk imana gelen budur. Bunun zamanında Beygurı Türklere padişahtı."
Bu padişah Dakak adında birini Türklere karşı savaştırıyordu. Dakak’ın Selçuk adlı oğlu vardı. Dakak ölürken: "Asker işlerini ona (Selçuk’a) bıraktı. Türk kralı bunun çok halkından korkup öldürmiye kalktı. Bu haber aldı. Kaçtı" Ve Müslüman olunca: "Kafir Türklerin ülkelerine gaza" lar yaptı. Kafir Türklerle dövüşürken,107 yaşında öldü, Müslüman olduğu için, oğullarına Semit-Arap adlarını: Arslan, İsrail ve Mikail diye koymuştu. Bunlar Hint Kralı Mahmut, sonra Mesut tarafından zaman zaman esir edildiler. Kurtuldular.
"Mikail ölünce 2 oğlu kaldı. Birisi Ebu Talip Mehmet Tuğrul Bey ve birisi Davud Cafer Bey. Türklerin Selçuk kuşağı (Ali'i Selçukiyye) oğlu Ebu Talip Mehmet Tuğrul Bey’e ittiba ettiler." (Neşri Tarihi, s. 24).
Bunca altüstlükler oldu. Dikkat edelim: Selçuk oğulları, hala, Müslüman etkilerine rağmen, şeflerini "ittiba" yoluyla iktidara getiriyorlar. Babadan oğula miras otomatikliği ile iktidar geçmiyor. Türk toplumu, tıpkı Ortaçağın'ın Cermen kabileleri gibi, kan örgütlü bir "Askeri Demokrasi" durumunu yaşıyorlar. İçlerinden Savaş Kumandanı Bey olacak kişiyi, ilk Müslümanlığın "Biyat" dediği oy verme usulüyle seçiyorlar. "İttiba ettiler" in anlamı budur.
İslamlık dini, bu askeri demokrasinin yerine, Kan teşkilatlarını erite erite, irsi hükümdarlığı geçirdi. Selçuklular Saltanatı (Hicret: 477, miladi:1085) yılından. sonra, (tıpkı Papa'dan Takdis alan Cermen askeri şefleri gibi), Bağdat'taki İslam medeniyetinin sembolü Halife'den MENŞUR alarak Sultan kesildiler. Dört yüz yıllık ömürleri bitince, yerlerine geçen, bu yol Gün kabilesinin Kayı Kan'ına bağlı gösterilen Osman Oğulları, Hanlıklarını zamanla Sultan biçimine çevirerek, aynı İslam (Medeniyet dini) metodlarıyla iktidarı tuttular. Önce BEY, sonra SULTAN, ve en sonunda HALİFE durumuna geldiler.
İSLAMLIĞIN TÜRK TOPLUMUNA TOPRAK DÜZENİNİ VERİŞİ
İslam dininin Türk toplumu üzerindeki etkisi elle tutulurca bir madde özelliği olarak Toprak düzeni alanında görüldü: Osmanlı Türklerinin Anadolu'ya göçtükleri zaman basit bir "Askeri Demokrasi" toplum düzenini yaşadıkları, Naima Tarihi'nin anlattığı "Etvar" dan geçtikleri ortadadır. (Bakıla: Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih - Devrim - Sosyalizm, s. 163-170, İstanbul 1965). İlk Osmanlı Türkleri, Göçebe oldukları için, sırf Din uğruna Fütuhat yapmak üzere ülkeler, yerler ele geçiriyorlardı. Topraklar ele geçince ne yapılacaktı?
Bunu, Türk toplumu olarak hemen hemen hiç bilmiyorlardı. Onlar için toprak bir otlaktı. Toprağın üzerine yerleşilip Tarım üretimi yapmak, apayrı bir iş ve düzendi. Onu kendileri değil, "İlmiye" adını alacak olan İslam medeniyetinin yetiştirdiği din bilginleri bilebilirdi. Müslüman bilginler Şeriat (anayasa) ve Fıkıh (Hukuk anlamı) kurallarıyla düzenleyeceklerdi.
Osmanlı Türklerine kalsa, tıpkı ilk Cermen Şövalyeleri gibi, bu Türk Alpleri de, fethettikleri yerleri, hemen silah arkadaşları arasında paylaşıp geçiverirlerdi. Örneğin, "Devletin temellerini kuran" diye anılan Birinci Murat Gaazi; Çandarlı Gaazi Halil Hayrettin Paşa'ya bir kalemde: Bursa, Gölpazarı, Kocaeli, İznik, Görele, Bolu, Mudurnu, Gerede, Sultanönü, Eskişehir, Kütahya, Simav, Lazkiye, Hamid, Durdur, Sığla, Malatya, Rumeli Vilayeti, Hayrebolu, Paşa sancağı, Serez, Ustrova gibi Sancak ve kazalarda bulunan 38 köyü birden, bütün "Şer'i ürünleri ve tüm örfi gelirlerile, her bakımdan serbest olmak üzere temlik ve ihsan kılınıp... isterse satup, dilerse bağışlayıp" tasarruf etmesi için vermişti.("Mülkname'i Hümayun", Matbaai Ahmet Kamil,1331)
Cermen Barbarlarının içine eski Roma Hukukunu kutsal din kuralları biçiminde sokan, Hristiyan kilisesi olmuştu. Osmanlı Türkleri içine de, eski Müslüman hukukunu sokanlar: "İlmiye sınıfı" denilen din bilginleri oldu. Tarihin bütünü içinde incelenince açık seçik görülür ki, hiçbir Medeniyet ötekisine yeni bir gelişim basamağı aktarmadan geçmemiştir. İslam toprak hukuku, sistem olarak, kendisinden bir önceki halka olarak gelip geçmiş Roma toprak hukukunu az çok netleştirip geliştirmekle doğdu. Yalnız, Roma hukuku deyince, onu ilk gününden sonuna dek aynı kalmış mutlak bir formüller sistemi sanmamalı. Roma hukukunun son derleyicisi Bizans oldu. Bizans ise, elbet Batı Roma tecrübelerini, ikide bir uğradığı "Barbar aşıları altında kalıplaştırdı.
Bu bakımdan Bizans hukuk kırkanbarı, sık sık Barbar eğilimlerinin inbiğinden geçti. İslam toprak hukuku, doğrudan doğruya Bizans hukukundan ilham alırken, İslamlığın içinden çıktığı Kent eğilimlerine göre ayarladı. Hicretin ikinci yüzyılı, İslamlık, Roma hukukunu özel terimlerine dek İslam hukukuna aktardı. Ama bu aktarışta, Arap kentlerinin doktriner ruhu egemenliğini hiçbir zaman yitirmedi. Osmanlı Türkleri, toprak ekonomisi kurallarını, İslam inbiğinden geçmiş olarak benimsediler.
İslam hukuku başlıca 6 kaynak tanıdı:1- Kur’an: en başta ve en tartışmasız kesin kuraldı. 2- Sünnet: Muhammed'in davranışı, işlemi, sözü, susuşu olarak yüzde yüz Arap Kentinin ruhunu taşıyordu. 3- Medine gelenek-göreneği (Coutume): Kendiliğinden Arap Kentini kriteryum sayıyordu. 4- Hadis: Muhammed'den rivayetlerdi. Fakat uydurmayı önlemek için, hemen arkasından: 5- İstılah'ı getiriyordu. Hadis Kamu yararına zıtsa, bu yoldan düzeltilebilir. 6- İcma: Medine doktorlarının bir konuda oybirliği (consensuz doctorum ecclesiae) dir.
Bu altı kat süzgeçten geçmiş dünyanın bütün kurallarında, artık ne Bizanslık, ne Romalık kalamazdı. Ancak hayatın canlılığı kendini dayatabilirdi. İslam toplumunda Roma toplumunun benzeri ilişkiler varsa, onlar Arap Kentlerinin insan düşüncesinde işlenerek geliştirilirdi. Altı hukuk kaynağı dışında, sağ duyuya dayanan geniş RE'y, KIYAS (analoji) ve İSTİHSAN (düzeltme, iyileştirme, güzelleştirme) mekanizması da işletiliyordu. Íçtihad, ilk İslamlıkta kapanmayan bir kapıydı.
Yukarıki hukuk kaynakları, geniş İslam toplumlarının eğilimlerine göre değerlendirildiler. Bu değerlendirmelere MEZHEP (tutulacak yol) denildi. Mezhep kurucularındanMalik: Medine doktorlarının oybirliği dışında hüküm tanımıyordu. O çölden çıkamamıştı. Hanbeli: Malikiden de katı, dar kaldı. Hadisten aşağı hukuk kaynağı bilmedi. Şafii: İslam doktorlarının her zaman İCMA yapabileceklerine inanıyordu. Ama Re'y, İstahsan ve istislah kabul etmiyordu. Türk toplumu, Selçuklularla birlikte hanefıliği tuttu. Kendisi Acem olan Ebu Hanife Türk'ün eğilimine uygun düştü. Ebu Hanife’ye göre: "Metn malum olduğundan, falan durumda kıyas, filan şeyi gösterir; ama ben çevre şartları dolayısile, feşmekan tarzda davranmayı öneririm. (AHSEN: güzel sayırım)" denebiliyordu. Medeniyete daha yeni giren canlı bir toplum için, bu daha kıvrak mezhep yatkın geldi. "Seçim" böyle oldu. Her ulus kendince bir Mezhep seçiyordu.
Osmanlılar, Selçuk Uleması ile yola çıktılar. Bütün o zamana dek gelmiş geçmiş Medeniyet kurallarını, Bizans'ın çevre şartları ortasında işlediler. Toprak mülkiyetini henüz pek ciddiye almadıkları için, fethettikleri yerleri beğendikleri yoldaşlarına peşkeş çekiveren Türk alplerini, İslam bilginleri çekip çevirdiler. Ortaya, Osmanlı damgasını yemiş ezeli GANİMET ve TOPRAK kanunları çıktı.
Türk toplumunun SAVAŞ anlayışı, İlk Müslüman Arap toplumunun CİHAD anlayışı gibi, "ASKERİ DEMOKRASİ" kurallarına uydu. CİHAD: Dine davet edildikleri halde bunu reddetmiş bulunan KAFİR’lere karşı açılan GAZA’dır. (V. R. Sevig). SAVAŞ (CİHAD): Hür, sağlam ve hali vakti yerinde olan her Müslüman için farzdır. Cihad'la elde edilen şeyler, Toprak olursa, ya Fatihler arasında paylaşılır: Karşılığında yalnız öşür alınır; yahut eski ahalisine bırakılır: Onlardan toprak başına Haraç, Kişi başına Cizye (baş vergisi) alınır. Birinci usul ANVETEN (zorla) zaptedilmiş topraklara, ikincisi çok defa SULHEN (barışla ele geçirilmiş topraklara uygulanır. Toprakların MÜLKİYETİ; İlk Kent usulünce tanrı'nın olur, TASARRUF'u, (kullanılıp yararlanılışı) üzerinde çalışanlara düşer.
Topraktan başka Cihad'la ele geçen mallar, ya FEY (Cizye, Haraç, mürted kişinin varı, mirasçısız ölen gayrı müslimin malı) olur. NEFİL (Ganimetler üleşilmeden önce kimi şartlarla savaşçıya bırakılmış nesneler), yahutta GANİMET olur. Ganimetin (ilk Müslümanlıkta hepsi), sonradan beşte biri "Müslümanların mal evi"ne ayrılır. Bu ayrılanlardan yararlananlar: Allah ve Peygamberden sonra, YETİM - ZÜĞÜRT - YOLCU insanlardır. Allah gökte, peygamber ölmüş bulunduğu zaman, Ganimet ne olur? Malik: İmam’ın (Hükümdarın) emrine kayırır. Ebu Hanife, daha demokratça malı Yetim - Züğürt - Yolculara düşürür. Ganimetin beşte dördü Gaazilere üleştirilir: Maliki, Şafii atlıya 3, yayana 1 pay verir. Hanefi, daha demokratça, atlıya 2, yayana 1 pay verir.
İşte Antika Medeniyetlerin üretim ve üleşim gibi bütün ekonomi temel ilişkilerini düzenleyen yukarıki kurallar, "İslam dininin Türk toplumuna etkisi" biçiminde kutsallaşarak, hemen hemen oldukları gibi uygulanırlar.